25 Eylül 2019 Çarşamba

Gerhart Hauptmann Hakkında Bir Özetleme

1 yıl olmuş neredeyse buralara uğramayalı.. 


Gerhart Hauptmann'ın Dokumacılar kitabını okuyup, yazarın biyografisinden çok etkilendim. Yazıya döküp bir düzen içinde görme ihtiyacı hissettim. 

Dokumacılar anlatı olarak vasat ama konu olarak çarpıcı diye başlamak istiyorum. Hatta benzer temalı okumalar yapmayı seviyorsanız, sefalet ve sınıf farkı temaları izleğini takip etmek bakımından dairesel okuma da yapılabilir;

Uçurum İnsanları (1902 -İngiliz kapitalizmi vs İngiliz vatandaşlarının yoksulluğu..)
Gazap Üzümleri (1939'da yazılıp 1929 yılında başlayıp 1930lu yıllarda devam eden ekonomik buhran zamanları anlatılır.Yine makineleşme sonucu emeğin kaybolması anlatılır.)
Dokumacılar (Almanya 1848 Mart Devrimi öncesini yaşıyor. Vahşi kapitalizm. Liberalleşmeyle ve zanaatçılıktan sanayileşmeye geçişle işleri ellerinden alınan dokumacılar sefaletin kucağına itiliyor.)


Belki bir de Açlık kitabı bu listeye alınabilir ama çok çok ufak bir kısımdan bağlanır listeye, sadece açlık hissinin tarifi bakımından benzerlik kurdum.

Listeye başka kitaplar da girebilir tabi ama ben okuduklarım ile bağdaştırdım. Sanayileşmeye geçişin sancılı süreci, işlerini makinelere kaptıran insanların çektikleri izleği takip edebileceğiniz okumalar.


Gerhart Hauptmann'a dair toparladıklarımı sıralarsam;

Henrik Ibsen'in Nora oyunundan çok etkilenmiş.(Bir Bebek Evi (Nora))

- 1891 yılında Dokumacılar oyunu için inceleme ve gözlemlerde bulunmak üzere oyunda konu edilen olayların meydana geldiği yöreye gider. Polis oyunun oynanmasına 3 Ocak 1893 atrihinde izin vermez. Ekim ayında ise kısıtlı olarak oynanma izni verilir.(Kısıtlı ile kastedilen bazı bölümlerin çıkarılması ya da sansüre uğraması olabilir. O dönemde baskı ve sansür çok fazlaymış.)

- 1895 yılında Grillparzer ödülünü alır. 1899'da aynı ödülü ikinci kez alır. 1905'te üçüncü Grillparzer ödülünü alır. (3 kez aldığı bu ödül ne tam olarak bulamadım. Bulabildiğim en yakın şey Avusturya Devlet Edebiyat Ödülü gibi bir şey oldu ama doğru mu teyit edemedim. Bilgisine güvenen edebiyatçılar aranıyor.)

- 1912 yılında İsveç Bilim Akademisi'nden Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır.

- 1921 yılında Prag Alman Üniversitesi tarafından onursal doktorluk ünvanı verilir.

-Thomas Mann ile tanışır.
-Viyana Güzel Sanatlar Akademisi şeref üyeliği, Columbia Üniversitesi tarafından onursal doktorluk ünvanı verilir.

- Goethe ödülünü kazanır.

- Yazar olarak Johann Wolfgang Von GoetheHenrik Ibsen ve Lev Nikolayeviç Tolstoy'dan etkilenmiştir.

-Natüralist üslubun Alman Edebiyatı'ndaki en önemli temsilcisi kabul edilir.

- Oyunlarında canlandırdığı kişiler natüralist kurama uygun olarak yaşadıkları sosyal çevreye bağımlı, zayıf ve pasif bireylerdir.

-Eserlerinden yoksul,ezilmiş, horlanmış ve itilmiş kimselere karşı merhamet duygusu ile dopdolu olduğu çıkarımını yapabiliyoruz.

-Parolası "her şey halkla, halk için, halkla birlikte..."biçiminde açıklamış.

-Alman natüralist edebiyatında sosyal demokrat bir eğilim görülmektedir, ama Hauptmann ne sosyalizmle ne de siyasetle ilgilenir. Eserlerinde sosyal yardımı ve sosyal uyanışı canlandırmayı amaç edinmiştir.

-Alkolizm konusunu çağın önemli bir sorunu olarak görür.İnsanın ruhsal, bedensel, ahlaksal ve töresel olarak bozulmasına neden olmaktadır alkol. Toplumun temelini oluşturan ailenin bozulması demek toplumun bozulması demektir.

- Gün Doğmadan oyunu edebiyatı kuramdan uygulamaya geçiren eserdir. (Orjinal adı Vor Sonnenaufgang olarak geçiyor fakat bizde çevrilmiş mi, çevrildiyse ne olarak çevrilmiş bulamadım.Güneş Batarken olabilir mi?) (Konusu biraz bizim Aşk-ı Memnu'yu andırıyor. Herkes herkesle....😈 )

Satışı olan sadece Dokumacılar demiştim, diğer eserlerini sahaflardan toplayabiliyoruz şanlıysak ama onların da çevirisi ne derecedir bilemiyorum. Bir dönem M.E.B. bunların hepsini çevirmiş sonra da yüzlerine bakan olmamış. Sadece Hauptmann değil, tiyatro konusunda, ilk dönem nobelli yazarlar konusunda çok eksiğimiz var. Ne üzücü...

Şimdilik yazar hakkında yazacaklarım bu kadar, diğer eserlerini okuyabilir de yeni bir şey öğrenirsem yazıyı güncelleyeceğim.


O zamana kadar siz de en az bir Hauptmann kitabı okumayı ihmal etmeyin. 


28 Kasım 2018 Çarşamba

Kendime Yeni Bir Ben Lazım

İlk ne zaman, nasıl karar verdim hatırlayamıyorum. Saçma geçen bir gün daha bitti düşüncesiyle yastığa başımı koyduğum gecelerden birisinde miydi? Gülümseyerek dinlediğim bir sohbetin ortasında aklımın çok uzaklarda takılı olduğunu fark ettiğim anda mı geçmişti aklımdan? Belki de gördüğüm rüyanın ne anlama geldiğine baktığım sabah kuvvetlenmişti bu fikir.. 

“Kişinin şansına rivayet edilir, şansınıza güveniniz ve risk almaktan çekinmeyiniz.” 

Çok inandığımdan değil de inanmaya ihtiyacım olduğundan belki bir işaret olarak yorumlamıştım rüya tabirini. Belki de çok uzun zamandır aklımın kuytu köşesindeydi ama ben onu görmezden geldim, evet evet görmezden geldim. Korkuyordum çünkü. Yeniden başladığımda bitirdiğimden daha kötü durumda olursam diye korkuyordum. Hala korkuyorum ama yapmak zorundayım. Denemeden bilemezsin diye savuşturmaya çalışıyorum endişelerimi. 

Denemek zorundayım. Çalıştığım işte devam etmem için tek bir motivasyonum yok. Yeni gelen iş teklifini değerlendirmeliyim. Zaten burada olabileceğim en üst pozisyona geldim, çalışma arkadaşlarımı da sevmiyorum, her gün sığlıklarında boğulmamak için verdiğim mücadeleden de bezdim. Böyle devam edemez, daha nereye kadar götürebileceğim. Yeni bir başlangıç, yeni insanlar iyi gelecektir. Tekrar yeni bir başlangıca ihtiyaç duyana kadar oyalayacaktır beni. Yapmalıyım. Böyle mutsuz devam etmemeliyim. Benim de buraya katabileceğim yeni bir şey kalmadı, gereğinden uzun bir ilişki oldu. Şu bıkkınlık olmasaydı aslında. Ama bıkkınlık var, korku da var. Buradaki gibi rahat olamazsam, pişman olursam. Ya başarılı bulmazlar da yol verirlerse. Çok kısa süre içinde iş bulma stresi çekmek de istemem.

Sonra başka bir şehir belki… Pek çok şehirde şubesi var nasılsa yeni yerin, oradaki aynı pozisyon için başvurabilirim. Bir yaştan sonra aileyle de olmuyor zaten, yeni bir şehir, yeni başlangıçlar. Bizim çocuklar da zaten ne zamandır buraya taşın diye ısrar edip duruyorlar, oradaki şubeye başlarım. Mutlu olduğum insanlarla olursam daha az yorar beni belki hayat. Sorular yok, açıklamalar yok.. Yoruldum bunlardan. Gerçi insan bazen konuşup anlatmak da istiyor, derdini anlatmak, sevincini anlatmak, kızgınlığını paylaşmak, fikir almak… Ama bıkkınlık var işte bıkkınlık olmasaydı yine idare edebilirdim. Zaten tartışmadan konuşabildiğimiz de yok hangi konuşmaktan bahsediyorum ki. Bahane bulma! Uzaklık en güzeli, hem özleriz biraz birbirimizi, her gün birbiriyle sürdürmeye çalıştığı ortak yaşantı bunaltıyor insanı.

Ama tabi daha iyi bir kazanca sahip olacak olsam da biraz daha sıkıntı da yaşayabilirim. Masraflar artacak çünkü. Mümkün mü ki? Ya daha kötü olursa vaz mı geçsem acaba? Başaramayıp geri dönmek, her gün ben sana demiştimlere maruz kalmak da var. O zaman katlanmak daha da zor olur. Sen bıkkınlık neymiş o zaman gör. Yok yok neden vazgeçiyorum ne kadar kötü olabilir, alışırım. Hepsine alışıyor insan. 

Sertap Erener de yıllar önce şarkısını yapmamış mıydı? Kendisine yeni bir Sertap lazımdı, bulabildi mi acaba. Bana da şans lazım Sertap, yeni bir hayat, yeni bir ben lazım. Ne diyorsun? 

Biraz zaman geçince yeniden yeni bir başlangıç ihtiyacı duyarım muhtemelen ama olsun bu başlangıç beni epeyce idare eder en azından. Başka bir şehir macerası, yeni bir ev, taşınma, yeni iş, yeni ortam alışana kadar zaten epey süre geçer. Sonrasına bakarız. Yeniden bıkkınlık duyana kadar bir kaç yıl geçer. Sonrasını birkaç yıl sonra düşünürüm. Yeter bu kukumav kuşu gibi haftalardır düşünüp durduğum, evet kararlıyım yeni bir sayfa açacağım ve bu saçma monotonluktan kurtaracağım kendimi.

Yeni bir ortam, yeni insanlar… Her söyledikleri batmayana kadar, her hareketlerine sinir olmayana kadar yeni yüzler... Bıkana kadar.

Yarın müsait bir arada yöneticimin odasına gidiyorum ve işi bırakmak istediğimi haber veriyorum, iş yerine gidince ilk işim istifamı yazmak olsun hatta. Ama önce evdekilerle konuşmalıyım, epeyce itiraz edecekler ama kulak asmamalıyım. Kararım kesin bu sefer, sağlam durmam gerek itirazlar karşısında. Yeni bir başlangıç yapacağım; nereden mi çıktı bu şimdi. Mutlu değilim derim, zorla değil sonuçta. Ben doğru bir karar olduğuna inanıyorum, yapacağım,yeni bir başlangıç yapacağım. İstifa edeceğim, başka bir şehre yerleşeceğim, yeni bir hayat kuracağım. Hele önce evdekilerle bir konuşayım da… Önce iş yerine haber vereyim de… Yapacağım.. Ne olacaksa olacak, başlamam lazım.

27 Kasım 2018 Salı

Bir Masalın Kahramanı Olmak



“Hepimiz kendi yazdığımız masalların kahramanı değil miyiz aslında?” diye yazdı kadın. Durdu. Ne yazacağını bilemiyordu, aklında kurduğu bir hikaye yoktu. Kelimelerin bir yerden sonra kendiliğinden parmaklarından akacağına inanıyordu yine de. 



“Bir masal kahramanı olmak isterdim," yazdı. "böylece tüm olağanüstülüklere ve imkansızlıklara rağmen sonunda mutlu olabilirdik." Olalım lütfen. "Bir masal kahramanı olabilmek için ilk önce bir masal bulup yerleşmeliydim içine. 



Rapunzel geldi aklıma. Kendisini duvarların arkasına saklayan ve sadece kendisi isterse dünyasına adım atabileceğin masal kahramanı. Şimdi aklından Rapunzel kendisi istememişti duvarların arasında yaşamayı; o, masaldaki kuleye hapsedilmişti, diye geçirebilirsin. Peki sence, kendimizi anlatamadığımız, anlaşılamadığımız, konuşamadığımız, sevemediğimiz sevilemediğimiz tüm o insanlar tarafından kendi kulelerimize kapanmaya mecbur kalmış, hapsolmuş durumda değil miyiz zaten? Ha cadı tarafından bir kuleye kapatılmışsın, ha etrafına görünmez duvarlar örmüşsün! Ne fark eder hapsolduktan sonra kendi içine? İşte ben duvarlarımın arasında mutlu olduğum bir sabah gördüm seni kulemin penceresinden. Bir şarkı tutturdum adı umut, istedim ki umut kulağından kalbine ulaştığında duvarlarımı aşıp yanıma gelmek iste. Duvarlarımın arkasından çıkmak istedim. Sen aşmak istemeliydin sadece, benim saçım ikimizi de mutlu etmeye yetecek kadar uzundu. Masallarda imkansız yoktur nasılsa bu da olmazsa başka bir yol bulur yıkardık aramızdaki duvarları. Zaten duvarlarım da, gerçekten aşmak isteyen birisi olduğunda ortadan kaldırabileceğim şekilde büyülenmişti. Denemedin bile… 



O zaman dedim Külkedisi olayım. Külkedisi olursam aramızdaki tüm ayrımlara, olamazlara rağmen varabilirdim baloya, bir sihirli değnek yeterdi ilgini çekebilmem için. Parıldadığımda gözün benden başkasını görmezdi, benden başka hakimiyet kurabilen olmazdı aklında. O zaman merak edebilirdin belki ben ne yapıyorum, neredeyim, mutlu muyum, üzgün müyüm, kızgın mıyım... Belki hep beni arardı gözlerin. Ama sonra Külkedisi olmaktan da vazgeçtim. Çünkü Külkedisi kendisi olduğu için sevilmemişti ki, kendisinden vazgeçip, değişip Sindirella olması gerekti. Oysa ben beni ben olduğum için sevmeni istedim, hayır aşk kırıntılarıyla doyabilen Külkedisi olmaya katlanamazdım. Ben tüm ilgin ile benim ol isterdim. Kırıntılar sanki lütfedilmiş bir iyilik gibi. Prens ayakkabıya o kadar takmıştı ki, ayakkabı olmadan kabullenemedi Külkedisi’ni.”



Kadın konuyu toparlaması gerektiğini hissediyor yine de uzatmadan nasıl toparlayacağını hala bilemiyordu. Anlatmak istediği başka masallar olduğunu hissediyordu, kelimeler pek akmasa da yazmaya devam etti.



“Kırmızı Başlıklı Kız gibi kaygılarımı doldurup sepete sokak sokak mutluluğu ararken kötü kalpli kurda mı sevdalandım peki ben? Tehlikenin farkındaydım aslında ilk andan beri, yine de kurdun cazibesine kaptırdım kendimi ve gözümün önünde olanı göremedim. Kırmızı Başlıklı’nın büyükannesinin yerine geçen kurdu fark edememesi gibi ben de bu tanımlayamadığım bağın beni sürüklediği yeri fark edemedim. Kurda kanmıştım bir kere. Kurt da zaten kendisinden bekleneni yaptı ve etrafta beni kurtarabilecek herhangi bir avcı yoktu.



Sonuç olarak hiç bir masalın içine yerleştiremedim kendimi. Kahramanının ben olduğum masalların alternatif sonlarını da kendi masalıma benzetip onların kahramanlarını da mutsuz ettim.



Rapunzel sonunda saçlarını kısacık kestirdi. Külkedisi kendisi ile Sindirella arasından hangisinin sevildiğinden emin olamadığı, ikisi de olamadığı hep çelişkide kaldığı için antidepresanlara bağımlı kaldı, Kırmızı Başlıklı Kız ise bir daha kimseye inanıp, güvenemediği için kendini astı.



En sonunda ne yapsam bu masalın mutlu sonla bitemeyeceğinin en başından belli olduğunu fark ettim. İçine yerleşebileceğim bir masal aramaktan vazgeçtim.



Ben karınca gibi senden gelen ne bulduysam yuvarlaya yuvarlaya büyütmüşken sen sadece gölgede bekleyip saz çalmışsın, geç oldu ama anladım. Şimdi taşlar yerli yerine oturunca, en ağır taşın hüsran olduğunu fark ediyorum.



Hayat masallardaki kadar basit değildi, bu yüzden bir masal kahramanı olamadığımı da fark ettim. Masalları bıraktım, gerçek hayata döndüm ve kendime ders olsun diye aşağıdaki iki paragrafı yazdım.



<<Bazen her şey çok kolay gibi gözükür, tıpkı masallardaki gibi hikayemizin sonunun mutlu biteceğine inanınırız. Mutlu bitmemesi için bir neden mi vardır zaten? Başlangıçta her şey heyecanlı gelir, yenidir çünkü, farklıdır, monotonluğun içinde bir hareket alanı bulmuşuzdur, hayatımıza sihirli bir değnek değmiştir. Kaptırırız kendimizi bu dalgaya, bir umut yeşertmeye başlarız. Ama masallarda bile büyü zamana ve koşullara hapsedilmiştir, Sindirella gece on ikiyi vurduğunda Külkedisi’ne dönüşür. Pinokyo ancak yalan söylemezse gerçek bir çocuk olabilir. İşte kendi yazdığımız masalda da bir zaman gelir büyü bozulur, heyecan azalır, imkansızlık arttıkça umut solmaya başlar, coşku yerini karamsarlığa bırakır. Masumiyet ve farklılıklar masallarda makbuldür, gerçek hayatta ise standart rağbet görür.



İşler bir kere yolunda gitmiyor gibi hissettikten sonra beklenilen sona doğru hızla ilerlenir. Tamamen kopmasına kadar birkaç ufak temas daha belki. Bazen bir peri yardıma çıkıp gelecek, hepsi kolayca çözülecek gibi gelir. Oysa gerçek hayatta sorunlarınla başbaşasındır. İnsanın kimyası farklıdır, hep yanıltır. Sanki birkaç sihirli söz, bir kaç ortak paylaşım daha, bir sarılış, bir gülüş, yüzyıllık uykudan uyandıracak bir öpücük her şeyi yoluna sokacak gibi durur. Ama sözler söylenmez, gülecek bir sebep, paylaşacak bir şey kalmamıştır ve en ihtiyacımız olmadığı o anda akıl yönetimi devralır ve bir masal daha sona erer…” >>



Kadın yazıyı burada bitirebileceğinde karar kıldı, pek bir şeye de benzememişti yazı gerçi. Kendi masalımda prenses olamadım bari dedi at olayım da bu yazıyı bırakıp tırıs halinde öyküyü terk edip gideyim diye düşündü ve paylaş butonuna basıp, sayfayı kapattı.

24 Haziran 2018 Pazar

Gödeli Mehmet

Kitap, yanlış saymadıysam, Memduh Şevket Esendal'ın 1910'lu yıllarda yazılmış (genellikle 1913) 15 öyküsünün toplandığı bir öykü kitabı.

Öykülerin kimisi iki sayfa, kimisi yirmi sayfayı geçmekte.

Yazarın Ayaşlı ile Kiracıları kitabını daha öncesinde okumuş ve beğenmiş olmakla birlikte maalesef öykülerini sevemedim. Elle tutulur 3-4 öykü ancak vardı kitapta. Diğerleri ya tam olarak ne anlatacağına karar veremediği, konusu tam belirli olmayan öyküler ki, bunları okurken ne anlatmaya çalışıyorsun diye sordum yazara sık sık, ya da öyküden ziyade anlık gözlemlerin kağıda dökülmesi gibiydi, olay görüş alanından çıktığı anda öykü de bitmiş çünkü. Sonu yarım kalmış hissi kitap boyunca beni takip etti.

Sevmediğim bir diğer şey ise yazarın cinsi münasebetle biraz bozmuş olmasıydı. Dönemine göre okumak gerekir diyecek olan okur sen bir dakika sus ve devam etmemi bekle. Cinsellik var diye hemen kötü diyorsunuz diyecek olan okur sana da bir çift lafım var, he canım biz cinsellik deyince kuduruyoruz, bağnazız biz lafını bile duymaya tahammülümüz yok haklısın, rahatladın mı? Öyleyse gel incelemeye devam edelim.

Sevgili nesini sevmedin ki anlat hele diyen okur kardeşlerim sizler için hemen açıklıyorum sebeplerimi.

Bu cinsel istek veya birisine arzu duymaktan ziyade biraz sapıkça bir tutumdu. Yani klasik "İstesem ben bunların hepsiyle yatarım, iki kur yapsam zaten onlar benim üstüme atlar, böyle de üstün meziyetli, marifetli bir erkeğim çünkü ben!" Türk erkeği tribinin (sözüm meclisten dışarı) kalem kağıtla hayat verilmiş hali gibiydi. Yani tam olarak şuydu diyemiyorum ama;

"Bu peynir ustası bayan hem genç, hem de beni coşturacak, başımı döndürecek, gözlerimi parlatacak kadar güzel kokuyor." 

Bu alıntıdaki durum örneğin kadın ile tanıştığı ilk dakikalarda ilk ilgilendiği şeylerden birisi oluyor, ya da

"Buraya kadar bayan ile birkaç söz de konuştuk. Adını sordum. <<Esin>> imiş. Soyadı da <<Salman.>> Kız imiş." 

Buradaki durum aynı kadına sorduğu ilk sorulardan birisi, yani kadınla ilgili kimdir, nedir, ne işle uğraşır gibi merak ettiği ilk şeylerden birisinin yanında kişi "kız" mı "kadın" mı olduğu!!? Bu etiketlerin ne anlamda kullanıldığını açık açık anlatmama gerek yok herhalde. SEVMEDİM! HOŞUMA GİTMEDİ BU KULLANIM!

Sonra kitabın en uzun öyküsü olan "Çamlıca'daki Konak" öyküsünde kim neden hikayeye sokulmuş, anlatılmak istenen neymiş bilemedim. Konak maşallah zaten Aşk-ı Memnu - Ziyagil konağı. :) Konağın kızı Besime sürekli gelen giden hamallara, uşaklara vs. yazılıyor, sonra olmuyor kapıda iki dakika bir postacı görüyor mesela ona halleniyor. :))) Neymiş kimmiş bir meraka düşüyor, bir taraftan da içten içe "Evleeneceeğğğğmm! Ev-le-neeccğğğ-ğğğeemm!" modunda ama ayran gönüllüğünden midir nedir evlenemiyor da bir türlü sonra siz nereye varacak bu hikayenin sonu derken pat diye bitiveriyor. Neyse ki öyküde sütçü yoktu.

"BESİME EVLENEBİLECEK Mİ!? NELER OLACAK!! BİR SONRAKİ KİTAPTA!! "

Tabi bir sonraki kitap falan yok öğrenemiyoruz. :)

Böyle işte... Sevdiklerim olmadı mı, oldu tabii.

Gödeli Mehmet, Baba Halil ve Yurda Dönüş öykülerini sevdim. Özellikle Yurda Dönüş kitabın en iyi öyküsüydü bence adamın saçma sapan kız mı kadın mı merakını saymazsak roman tadındaydı. Bu öykünün MŞE'nin yurt dışındaki elçilik görevlerinden birisinin bitimine doğru, doğu sınırlarımızdan girişinin öyküleştirilmiş anlatımı olabileceği yazılmış. Uzun süre yurt dışında kalmış bir adamın dönüşünde memleketinde kendisini yabancı hissettiği, her şeyin ona farklı ve değişmiş geldiği, ne bir kimseyi ne bir işi beğenmediği bir öyküydü ve yazım-anlatım olarak en başaralı olandı.

Son olarak kitapta eski kelime çok fazla var. Kitabın arkasına öykü öykü ayırarak bir sözlük iliştirmişler ama yine de okurken bu da biraz sıktı beni.

Yazar hakkındaki olumlu yargımı olumsuz yargıya dönüştüren bu kitaptan sonra bir daha ne zaman MŞE okurum bilemiyorum. Belki romanlarını denemeli yine konu hakkında bilgisi olan varsa tavsiyelere her zaman açığım.



Yüzyıllık Yalnızlık

Eğer Gabriel García Márquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabını okuduysanız kendinizi tebrik edebilirsiniz. Fakat durağan bir dili, çok karakteri ya da sonu nereye gittiği kestirilemeyen akışı sebebiyle değil, hayatınıza böyle enteresan bir sülalenin hikayesini bilerek devam edeceğiniz için. Yanında Marquez'in, adlandırmak dilinizin ucunda duran ama tam olarak ne olarak tanımlamanız gerektiğini kestiremediğiniz anlatımı da yanında promosyon olarak geliyor.



Çok karakterli bir kitap ama hepsi nakış nakış işlenmiş, hepsini o kadar özümsüyorsunuz ki bir süre sonra kendinizi aileden birisi gibi hissetmeye başlayıp, aile bireylerinin başına gelen her olayda sanki kendi ailenizden birisiymiş gibi hepsi için tek tek, ayrı ayrı üzülüyorsunuz. Sonlara doğru biraz bu hangi Aureliano'ydu oluyorsunuz ama bir şekilde hangisi olduğunu da anlıyorsunuz.

Kitap daha sonra olacakları başından söyleyip, başka konuya atlayıp, sırası gelince başında söylediği olaya detaylı bir şekilde değinen ilginç bir anlatıma sahip. Normalde spoiler pek çoğumuzu rahatsız eder ama Marquez bunu çok güzel yerleştirmiş, bu yüzden merakla spoiler verdiği yere gelmek için elimden bırakamadan okudum.

Kitaplarda başka kitaplar mı arıyorum yazarlar mı başka yazarlardan etkileniyor bilemiyorum ama geçtiğimiz ay okuduğumuz Sevgili Arsız Ölüm neredeyse Moconda'dan çıkma diyebilirim.

Atiye ve Ursula ruh ikizi olabilir ya da ben saçmalıyor olabilirim, ama köye arada bir hediyeler gelmesi ve köylünün ilk kez gördükleri eşyaları hayretle incelemesi "Melquiades karakteri Huvat'da yeniden can bulmaya çalışıyor olabilir mi?" sorusunu düşürdü aklıma. Şimdi bu kitabı Orhan Pamuk yazmış olsa hemen (ç)alıntı diye yaygara kopartılırdı ama neyse bu başka bir tartışmanın konusu, iyice dağıtmadan kitaba döneyim ben.

Çok sevdiğim bir arkadaşım bu kitap için yazdığı incelemesinde;

"Bu kitabı anlatmak için yüzyılımı bile sarf edebilirim. Ama aynı zamanda sadece 1 dakikamı da harcayabilirim. İşte öyle bir kitaptır bu. " demiş.

Sonuna kadar katılıyorum kitap hakkında ne anlatmak istesem hep biraz eksik anlatmış olacağım gibi hissediyorum şuan yazarken.

Ama arkadaşlar ben size bir sır vermek istiyorum, daha doğrusu bir gerçeği açıklamak...

Kitaptaki "Muz Şirketi" var ya hani o aslında Macondo'da değil hemen yanı başımızda. Onlar geldiler, bizim yanı başımıza yerleştiler ve gün geçtikçe azıttılar, herkesi kendi istedikleri şekle büründürmeye ant içtiler ve bir daha da gitmediler. Dünya üzerinde herhangi bir yerde hala üç binden fazla kişi şirketin bekası için öl(dürülü)üyor. Belki her hafta, belki her ay, belki her yıl hatta belki 1 günde ama ölüyorlar işte ve basın-takım elbiseli avukatlar ve halk hala aynı iddiayı sürdürmeye devam ediyor.
"Burada hiç ölen olmadı." !!

Sonra herkes mutlu, huzurlu, sorunsuz hayatına dönüyor ve gerçeği bilenler dahi kendinden şüphe eder duruma düşüyor.

Hatta daha da ileri giderek Muz Cumhuriyeti'nde karın tokluğuna çalışan gönüllü, kör ve modern köleleriz hepimiz diyorum. Avuntu olsun diye, isyan etmeyelim diye Muz Şirketi'nin cafcaflı oyuncaklarına vereceğimiz parayı kazandığımızı zannetsek de aslında zaten ceplerine geri dönecek olan parayı ödünç almış oluyoruz. Bunlarla ilgili güzel örneklendirmeler olsa da okusak derseniz eğer sizlere Yuval Noah Harari'nin (kıymetlimiss) Sapiens ve Homo Deus ikilisini tavsiye edebilirim.

Böyle böyle kendimiz dahi farkına varamadan, kendimiz isteyerek "Yüzyıllık Yalnızlık"lara sıkışıp kaldığımız beton mezarlar arasında avuntu arıyoruz buhranlarımıza.

Kitapta da bahsedildiği gibi, durup bir saniye yüreğimizi kollasak belki de ölmeden çürümekten kurtulacağız; ama unutuluyor işte her şey, insan inanmaya da hevesli, önemli olanın ne olduğu konusunda kafası karışıyor hep.

İşte kitapta olan da buydu belki Buendio soyuna... Sorun ensest, hırs, kibir, muz şirketi gibi gözükse de, belki sadece sahip oldukları şeyin neredeyse cennete rakip olacak güçte olduğunu fark edememeleri ve yalancı cennete aldanmalarıydı.

Bilmiyorum, zaten kim neyi ne kadar bilebilir, kriter ne bunlar hep cevapsız sorular.

Ben hissediyorum bundan sonra Buendio sülalesini hep özleyeceğim, belki zaman gelecek hikayelerini tekrar okuyacağım ya da karakterlerden biriyle irtibat kurabilmek için rastgele bir yerini açıp okuyacağım kitabın.

Siz de çok bekletmeyin; onlar tanışmak ve çılgın soylarının hikayesini anlatmak için sizi bekliyor olacaklar. 💁

17 Mayıs 2018 Perşembe

Zaman Kapsülü


Beklenen gün geldi çattı ve ben hala hazır hissetmiyorum kendimi. Ne yapacağım? Onca zaman sonra ya bocalarsam? Ya karıştırırsam? Ya unutursam? Ya devam edemezsem?

Hayatın devam ettiğine inandırdım kendimi, ya ben devam edebiliyor muyum gerçekten? Kurtulmalıyım bu ruh halinden. Normalde böyle endişeler yaşamam pek ama bu kez farklı, burası özel, burası çoktan zihnimin bir köşesine atıp unuttuğum anılarla dolu açılmayı bekleyen bir zaman kapsülü. Ya o kapsül tam da açılmaması gereken zamanda açılırsa…

Hani bazı zamanlar olur, zihnimizdeki yapbozun bazı parçaları eksik olduğu için düşüncelerimizin resmini netleştiremeyiz. Sonra hiç beklemediğimiz bir anda duyulan bir ses, bir koku, hatırlanan başka bir anı eksik parçayı yerine oturtur da resim netleşir. Bugün öyle bir gün ve ben her adımda hatırlamanın ağırlığıyla çöken ruhumla günün sonunda ne yapacağımı bilemiyorum.

Sahil yolu boyunca bir piyanonun tuşları gibi özenle dizilmiş çay bahçelerini bu endişelerle geçerken, içlerinden birinden gelen şarkı sözü ile sıyrıldım düşüncelerimin sebep olduğu dalgınlığımdan.

Buraya vardığıma göre epeydir yürüyor olmalıydım, düşünürken farkına varmadan bilinçaltım beni buraya sürüklemiş olabilirdi. Şarkı devam ederken, şarkının çaldığı çay bahçesine doğru yöneldim. Bir çay içer, çay içtiğim sırada kafamı toparlarım belki diye düşündüm, düşüne düşüne iyice bunaldığım günlerden sonra kendimi bugün, kaldığım otelden dışarıya atmış, yürümek iyi gelir karamsar ruh halim dağılır biraz diye düşünmüş fakat yürümeye başladıktan birkaç dakika sonra aynı düşünceler kafama üşüşmüş, düşüne düşüne buraya kadar gelmiştim. Düşüne düşüne buraya vardıktan, çay bahçesinin daha az kalabalık tarafı olan sahile yakın masalarından birisine oturup, kendime bir çay söyledikten sonra düşünmeye devam ettim. Şarkıyı en son ne zaman dinlediğimi hatırlamaya çalıştım, başarısız bir girişim oldu. Ahh ne de çok sever bu şarkıyı, severdi yani… Artık olmadığına göre onunla ilgili her eylem geçmiş zaman ile kurulmalı. Benim inanamıyor oluşum, onun artık hayatta olmadığı gerçeğine etki etmiyor.

Yıllar önce yine burada birlikte gerçekleşen bir programda yollarımız kesişmişti, başlangıçta sadece birer yabancı, bir meslektaş, sonrasında arkadaş, dost, sırdaş, kardeş olmuş; dertlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, sevinçlerimizi birbirimizle paylaşır olmuştuk. Benim derdim onun derdi, onun mutluluğu benim mutluluğum olmuştu. Çok özel bir bağ yakalamış, birbirimizde kendi aksimizi bulmuştuk. O beni bana gösteren bir aynaydı, yolumu kaybettiğimde kendime geri dönmemi sağlayan yol işaretimdi. Şimdi bu büyük kayıpla ne yapacağım ben? Anıları tekrar tekrar yaşamak, tekrar tekrar anlatmak yetecek mi? İlaç olacak mı zaman? Hepsinden önce bu akşam yıllar öncesinin hayali benimleyken ne yapacağım?

Günlerdir düşüncelere gark olmuş şekilde yaşıyorum, yemek yiyemiyorum, uyku tutmaz oldu; kafamda nedenler, nasıllar cevapsız kalıp çaresizlikle kıvranıyorlar. Aslında onu kaybetmediğimizi, onun bize şaka yaptığını, tüm bunların gerçek olmadığını anlatan rüyalardan derin bir ferahlamayla uyanıp gerçeğin kabusuyla yüzleşmek zorunda kalıyorum, sanki olanları engelleyememek benim suçummuş, yaşamakla ona ihanet ediyormuşum hissi bırakmıyor yakamı.

Onu kaybetmenin acısı boğazımda düğümlenmiş bir hıçkırık, sesim çıkmadığı için atamadığım bir çığlık günlerdir. Bir ağlasam, ağlayabilsem gözlerim rıhtıma yükünü boşaltan bir gemi olup içimde biriken tüm isyanı, tüm acıyı dışarıya boşaltacak. Bunu da başaramıyorum, hala şoktayım belki de. Faydası yok bu düşüncelerin.

Çayımdan son bir fırt çekip, çayın parasını masaya bırakarak kalktım. Düşünmemeliyim öyle olsaydı böyle olsaydı diye artık, olan olmuş, zaman ileriye doğru akmış, geri dönmek artık imkânsız. Acı ama gerçek… Hiç bir keşke ya da zihnimde oluşturduğum yeni bir son olanları değiştiremeyecek.

Yürüye yürüye, olanları gözden geçire geçire otelime geri döndüm. Odama vardığımda neredeyse akşam olmuştu, vakit gelmişti, kimse benim bunalımımı, kederimi umursamayacak; daha önceden yapılan plana uymaya gayret ederek iki saatliğine de olsa olanları arka plana atacağım. Başarabilirim... O da burada olsa saçmalamayı kesip oraya gitmemi, günlerini göstermemi söylerdi.

Hazırlanıp odadan çıktım. Programın gerçekleşeceği salona indiğimde konuklar çoktan gelmişti, alkışlar eşliğinde sahneye yürüdüm. Bir panik dalgası yükselir gibiydi içimde, hala ya öyle ya böyleleri yenememiştim tam.

“Çok teşekkür ederim, hepiniz hoş geldiniz. Müsaadenizle öncelikle sizlerle paylaşmak istediğim bir şey var. Hepinizin bildiği gibi geçtiğimiz haftalarda çok yakın dostum olan ünlü müzisyen, benim için kardeş kadar yakın olan arkadaşım hayatın yükünü daha fazla taşıyamadı.”

Duraksadım, kelimeler boğazıma batıyordu, içim sızlıyordu, herkes konuşmanın devamını bekleyerek bana bakıyordu.

“Mmm bunları konuşmak benim için gerçekten zor kusura bakmayın, hayatın yükünü daha fazla taşıyamadı ve yükünden kurtulacağı rıhtıma kadar sabredemeyerek hayatına son verdi. Siz sevenleri için ne kadar zorsa inanmak benim için bir o kadar daha zor oldu, hala daha zor itiraf etmem gerekirse. Hayat dolu bir insandı aslında, insanları sevgiyle kucaklayışına, pek çok insanın hayatına dokunuşuna yüzlerce kez şahitlik ettim, müziğini konuşturduğunda gözlerindeki parıltı, heyecan inanılmazdı. Son dönemlerdeki depresyonunu atlatamayıp, hayatını sonlandırmış olması yaptığı en saçma hareketti. Bunu hala kabullenebilmiş değilim, öyle yakındık ki birbirimize çok büyük bir parçam eksilmiş gibi hissediyorum.

Bilen vardır aranızda belki yıllar önce yine burada olmuştu ilk tanışmamız kendisiyle, burada birlikte çalmıştık, kimyamızın o kadar uyuşması ikimizi de çok heyecanlandırmış sonrasında da sağlam bir dostluk kurmuştuk zamanla. Bu sabah o zamanları yâd ederek yürüyordum ki sahildeki çay bahçelerinden birisinden gelen şarkıyı duyduğumda dondum kaldım. En sevdiği şarkılardan birisi olan şarkının nakaratında şöyle diyor:

“Bir ben miyim perişan gecenin karanlığında
Yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında.
Bütün gece ağladım dalgalar kucağında
Yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında.”

Ben aslında bu akşam sizler için hareketli bir parça çalarak başlamayı planlamıştım öncesinde, fakat bugün bu parçayı duyduktan sonra “Artık kimse onun gibi şarkı söyleyemeyecek!” diye düşündüm. Bu beni daha da hüzünlendirdi bu yüzden ilk parça birlikte yazıp bestelediğimiz, onun onuruna çalacağım bir parça olacak. Umarım her neredeyse orada daha mutludur, şimdi sonsuza kadar hoşçakal deme vakti...”

Piyanonun başına oturdum, gözlerimi kapadım, piyanonun tuşlarında ellerimi gezdirmeye başladım. Bıraktım zaman kapsülü açılsın. İçinden çıkan ne varsa, gülüşler, hüzünler, kızgınlıklar, hissettiğim acı, duyduğum öfke sos oldu çaldığım parçaya.

Parça bittiğinde salonda alkışlar kopuyordu ve ben gözyaşlarımı tutamıyordum.


15 Mayıs 2018 Salı

Tormesli Lazarillo


Kitabın ismini ilk duyduğumda ne biçim isim bu, böyle antin kuntin isim mi olur dedim. Sonra konusu ilginç geldi ve kendisi bir ücretsiz kargo tamamlama kitabı olarak elime düşmüş oldu.

Kitap PİKARESK ROMAN (Novela pikaresk) denilen bir anlatı türünün ilk örneği. 1554'te isimsiz yazılmış, iyiki de öyle yapılmış çünkü engizisyon mahkemesi hemen kara listeye almış kitabı.

Kitabın içeriğine gelirsek, Lazarillo isimli kahramanın çocukluğundan başlayıp devam eden; kendisinin, ailesinin ve İspanya'nın içinde bulunduğu açlık ve sefalet, bozuk düzen kahramanın bakış açısından anlatılır.

Küçük yaşta annesinden ayrılarak pek çok efendinin hizmetinde bulunur. Her bir efendiden hayat hakkında pek çok tecrübe edinir. Tecrübe dediysem bu efendiler hiç de öyle dürüst, soylu, iyi insanlar değillerdir. Lazarillo günlerinin büyük çoğunluğunu aç geçirir. Efendileri yiyeceklerini onunla paylaşmaktan hep kaçınırlar ve bir yerden sonra açlık kahramanımızın kafasının zehir gibi işlemesine neden olur. Efendi ondan yemek sakındıkça, o türlü türlü kurnazlıklar sonucu efendiden yemek çalıp karnını doyurmayı başarır. Bir seferinde hizmetinde olduğu papaz her gün çok yemek yemenin günah olduğunu vaaz edip onu aç bırakırken (az yemek vermek değil, hiç yemek vermemek) kendisi tıka basa yer örneğin. 1500'lerden günümüze de çok az değişmiş sanki. Hala yönetenler ve erk sahibi din adamları aynı şekilde davranmaya devam ediyorlar diyebiliriz. ( İlla örnek göster diyen olursa uzaklarda aramayıp, Ramazan ayında her akşam her kanalda aza kanaat edin diye vaaz verip, bize bu sözleri söyleyebilmek için kanaldan milyarlar alan ilahiyatçılara baksın.)

Velhasıl kelam Lazarillo böyle bir yudum ekmek için günlerce bekleyerek, sırtından sopa eksik olmayarak o efendi bu efendi gezip dini sömüren, günahlarının affedileceğini garanti eden belge satan üçkağıtçılarla, günümüzde üfürükçü, büyücü diye tabir ettiğimiz tiplerle, ahlaksız papazlarla büyür ve en sonunda şansı yaver giderek devlet kapısında iş bulur ve onca düzenbazdan öğrendiği tüm şeylerin de yardımıyla çarkın dişlilerinden birisi olur.

Kısa ama akıcı, bol bol ahlaki çöküntüyü hicveden bir eser. Benim gibi, antin kuntin ismi var deyip de okumamazlık etmeyin. :)

Bu da resim... :P


Gerhart Hauptmann Hakkında Bir Özetleme

1 yıl olmuş neredeyse buralara uğramayalı..  Gerhart Hauptmann 'ın Dokumacılar kitabını okuyup, yazarın biyografisinden çok etkilendi...

Diri Gömülen